Pazar,13 Eylül 1998
Yoğun sisli bir hava. İki saat önce yağmış yağmurun etkisi henüz geçmemiş. Hava yağdı yağacak. Memlekette 27 derece sıcaklık olmasına rağmen Varşova'da sıcaklık 12 derece cıvarında. Litvan'ya nın başkenti Vilnius'tan Atina'ya Varşova aktarmalı yolculuğun ortasında Varşova hava alanına iniyoruz. Daha önce farkına varmadığım bir geçeğin farkına varıyorum. Atina'ya kalkan uçak akşam saat 22:00'de. Dolayısıyla nerdeyse net bir 7 saatim var.
Bu yedi saat boyunca ne yapılır? Ne edilir. Havaalanında da ilgi .ekici hiç birşey yok. Bu şartlarda havaalanında 8 saat nasıl beklenilir? Fazla düşünmeden bu 7 saatlik zaman dilimini değerlendirmeye karar veriyorum. en doğrusu havaalanından çıkıp Varşova'yı gezmeli diyorum. Fakat aniden farkına varıyorum ki Varşova hakkında hiç birşey bilmiyorum.
LOT Polonya Havayolları ile uçuyorum. Uçakta bulduğum iki dergiyi iyi ki yanıma almışım. Hava alanında elimi yüzümü yıkayıp, iniş şaşkınlığından biraz kurtuluyorum. Sakin bir köşeye oturup elimdeki dergileri karşıtırıyorum. İki makale dikkatimi çekiyor. Bir tanesi Varşova'nın eski hali, eski kenti olan «Stara Miesto» ve «Nova Miesto» ile ilgili. Bir diğeri de «Varşovaya ilk defa geliyorsanız nereleri gezmelisiniz»
Turistik amaçla yazıldığı her halinden belli olan bu dergilerin ingilizce bölümlerini şöyle bir tarıyorum. Ve kararımı veriyorum. Stara Miesto'ya gideceğim. Günlerden Pazar. Ancak bu kentte pazarları insanlar gezer mi? Dolaşır mı? Nereye giderler ? Hiç bir fikrim de yok? En kötü ihtimalle insan görürüm diyorum.
Havaalanının turistik danışma merkezine iniyorum. İngilizce konuşan bir bayan buluyorum. Derdimi anlatıyorum. Devamında da bana yardımcı olmasını istiyorum. Hemen ilk tavsiyeler geliyor... Taksiye binmeyin! Sizi kesinlikle kazıklarlar. Şehirler arası otobüsü kullanın. Peki ama nasıl? Bayan tarif ediyor.
20 Dolar para bozduruyorum. Elime 70 Lz gibi bir para veriyorlar.
Varşova şehiriçi otobüs bileti alıyorum. Bayan bir dergi daha veriyor. İçinde gayet güzel bir Varşova haritası var. Otobüsün geçtiği caddedelerin üstünden bayan bir çizgi çiziyor. Otobüs 175 numaralı otobüs. Havaalanından çıkmadan önce bir telefon kartı alıyorum. Evi arıyorum. Kimse kaldırmıyor. Ozan'ı arıyorum cevap vermiyor. Seminerde tanıdığım polonyalı Beyaz Ruslar yolda. Daha Varşova'ya varmamışlar.
Cesaret alıp dilini bilmediğim bir ülkede ingilizceme güvenerek harbi turist gibi yollara düşüyorum...
Aslında ön yargı olsa gerek... Polonya hakkında nerdeyse hiç birşey bilmiyordum. Varşova kenti adıyla bana Varşova Paktını çağırıştırıyor. Kominist Rejimin güçlü bir kalesini... Ancak okuduğum dergilerdeki makalelerde kominist rejim yıllarından «Hüzünle» ve «malesef» kelimeleri ile bahsediliyor.
Otobüs ileledikçe, şehrin içine girdikçe yolların genişliği ve tertemiz olması dikkatimi çeken ilk unsurlar oluyor. Daha da ilerledikçe Varşova'nın da diğer Batı kentlerinden çok da farklı olmadığını düşünmeye başlıyorum.
Fakat her kentin kendisine has tarzı, kimliği vardır ya... Tabi ki Varşova nın da kendi kimliği ve kendi kişiliği var. Yollar geniş. Derken Varşova Metrosunun ana istasyonu Varşova Santral önünden geçiyorum. Kare bir yapı . Belli ki ilk yapımında son derece ihtişamlı düşünülmüş. Ancak son yılların bir bakımsızlığı göze çarpıyor.
İlerliyoruz. Az ilerde Varşovanın tam göbeğinde sayılan Sovyetler Birliği Döneminin mirası 1 ana kule ve 4 ayrı köşesinde 4 ayrı kuleden oluşan 30 katlı Kültür Sarayı. Bir zamanlar Sovyetlerin ihtişamın bellirtmek amacıyla inşaa edilmiş. Ancak son yıllarda bakımsızlığı dış cephesinden belli...
Yolumuza devam ederken arada bir elimdeki dergiye bakıyorum. Gittiğim bölge ile ilgili bilgi edinmeya çalışıyorum. Kent 2. Dünya Savaşı esnasında almanlar tarafından bombalanıp yerle bir edilmiş. Sadece küşük bir kısmı ayakta kalabilmiş. Savaşın bitiminde ise Varşova'dan geçici olarak kaçanlar hemen geri dönüp inşaatına başlamışlar. Şehrin eski mimarisine tıpatıp uyularak inşa edilen yerleşim birimine Yeni Şehir anlamında Nova Miesto diyorlar. Fakat savaştan zarar görmemiş, ayakta kalabilmiş kısmına ise Stara Miesto diyorlar.
Stara Miesto'nun içinde ise Kraliyet Sarayı ve de iki tane son derece güzel meydan var.
Nereden girdiğimin pek te farkında değilim. Ancak kendimi aniden 2. Dünya Savaşı esnasında Nazi ler tarafından öldürülen Museviler anısına kurulmuş bir anıtın önünde buluyorum. Az ilerde de turistik otobüsler. Doğru gidiyorum diye düşünüyorum.
Otobüsten inip. Yürümeye karar veriyorum. Söz konusu anıtın önüne gelince elimdeki haritaya bakıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Turistlerin olduğu tarafa doğru ilerlemeye karar veriyorum.
İlerledikçe kendimi eski 4 katlı yapılar arasında buluyorum. Alt katları hediyelik eşya ve de Cafe'lerden oluşan bir sokak. Son derece şirin. Hava soğuk olmasına rağmen ortam son derece sıcak... Üstümde montum var. Boğazımı montun yakaları ile örtecek kadar fermuarı yukarıya çekiyorum. Ancak yanımda geçen genç kızların kısa kollu olduklarını görünce afallayıp kalıyorum. 12 derece sıcaklık onlara göre çok iyi...
Yürürken karşıma eski bir Kale Kapısı çıkıyor. Bir iki fotoğraf çektiriyorum.
Derken filmimin bittiğinin farkına verıyorum. Bir fotoğrafçı buluyorum. Film alıyorum... Yürümeye devam ediyorum. Yolun sonunda önüme kocaman bir boşluk çıkıyor. Boşluğun ortasına doğru ilerliyorum. Afallayıp kalıyorum. Tam bir kare gibi geniş bir alan. Hani bizim iskeçe'nin Platiyası gibi kocaman bir alan. Fakat her taraf Arnavut kaldırımı. Arabalar geçmiyor. Sadece Faytonlar dolaşabiliyor. Her tarafta da aynen İskeçe'de ya da İstanbul Ortaköy'de olduğu gibi Cafe'ler. Sohbet eden gençler. Bir köşede kiatpçılar. Bir köşede açık hava resim sergisi.
Bir köşe de de poz veren insanları genç kızları çizen ressamlar. Etraflarında da ressamların çalışmasını izleyen meraklı gençler. Bir köşe'de gitar çalan 5 üniversite genci. Arkalarına bir pano asmışlar, Polonca ve de İngilizce yazmışlar. «Üniversite Masraflarımızı çıkarmak için gitar çalıyoruz. Yardımalarınıza peşinen teşekkürler!»
Bu meydana bir daha gelmeyi kafama takarak ilerliyorum. Saat 16:40. Kraliyet Sarayı'nı görmek istiyorum. Bilet gişesine geliyorum. Kapı kapanmış. Meğerse turist akımını engelleyebilmek için saat 18:00de kapanan müzenin gişesi 16:30 gibi kapanıyormuş. Gişenin yanında kavga edercesine konuşan yaşlı bir bayanla takım elbiseli bir beyle bir bayan göüryorum. Hallerinden belli ki girmek için bilet istiyorlar. Aralarına giriyorum. «Bana da bir bilet diyorum!» Yaşlı kadın kapıyı sertçe çekiyor ve «BEKLEYİN!» diye bağırıyor. İki dakika sonra üç tane bilet ve takım elbiseli adamın para üstünü getiriyor. Kendi paramı uzatıyorum kırık bir ingilizce ile «No MONEY from you!» (Senden Para İstemiyorum!) diye bağırıyor. Nasıl ve neden beleşe girdiğimi analmadan ilerliyorum. Sarayın kapısından içeriye giriyorum. Üstümdekileri vestiyerde bırakıyorum.
Sarayı dolaşmaya çıkıyorum...
Dolaşırken de kendimi garipsiyorum. Polonya tarihinden bir şey bilmiyorum ama. Baktığım eşyalar ve tahtların önündeki tarihlere bakılırsa 1700 lerde bir Polonya Kraliyeti varmış. Oysa bize bu hiç bir zaman öğretlimemişti... Türk tarihi adına Osmanlı Yunan tarihi adına da 1821 İsyanı ile başlayan tarihin hiç bir bölümünde Polonya'ya dair hiç bir şey hatırlamıyorum.
Oysa sarayda gezdiklerimden ve de gördüklerimden. Bayağı önemli bir tarihleri olduğunu anlıyorum. Hatta küçümsenemiyecek bir medeniyet bile yaratmışlar adamalar.
Saray çıkışı başka bir meydanı görüyorum. Kocaman bir Sütün üstünde haç taşıyan bir savaşçının olduğu bir meydan... Hava yine soğuk ama bu soğuğa rağmen insanlar kısa kollu buluzlar ya da incecik ceketlerle dışarıda geziyorlar.
Sarayın kapılarının biraz ilersinde kocaman bir çınarına altında iki gitar ve akordiyonla müzik yapıp 5-6 kişilik genç bir grup Polonca şarkılar söylüyorlar. Kendi çaplarında eğleniyorlar. Kendi çaplarında... 20 metre ilerleyince sesleri gelmiyor. Ama arkama dönüp baktığımda hallerinden son derece memnun olduklarını görüyorum.
Bu soğuk havaya rağmen son derece büyük bir kalabalığın arasında kocaman meydanda bahsettiğim sütüna doğru ilerliyorum. Sütüna doğru vardıkça çok güzel bir Panflüt Sesi geliyor. Müziğin geldiği yere doğru adımlarımı yönlendiriyorum. Yaklaştıkça panflütün yanısıra gitar sesleri de duyuyorum. Hoporler den gelen bir ses. Etraflarında da herhelde şöyle bir 200 kişilik grup.
Yanlarına yanaştıkça müziğin sesinin arttığını görüyorum. Çaldıkları müzik son derece tatlı. kalabalık arasından başımı uzatınca müzisyenleri görüyorum. Bir de ne göreyim... Esmer tenli kızıl derili bir grup müzisyen. Latin Amerikalı bir görüntüleri var. Hatta kullandıkları aletlerden, iki tanesinin istindeki şapkalardan bir ihtimalle Meksikalı olduklarını düşünüyorum. Birazdan sa az ilerde dolaşan bir kız kasetlerini satıyor. Kasetlerine bakıyorum bir de ne göreyim... INCA müziği. Adamlar kaybolan
İNKA Medeniyetininin müziğini yapıyorlar.
Kendi kendime bu karşılaştığım tabloya «O haaa!» diyorum!!!
Litvanya'nın Baltık Denizi Sahilindeki Tatil Kasabasında 8 günlük çok kültürlülük ve de Avrupa Azınlıkları ile ilgili bir Seminer dönüşü bir Batı Trakya Türk Müslüman Azınlığı mensubu olarak Polnya'nın başkenti Varşova'da Latin Amerika'nın gizemli medeniyeti INCA müziği konseri'ne tanık olmak...
Şok geçiriyorum. Pes Doğrusu. Adamlar Kültürlerini tanıtmak ve de belki da Avrupa'yı dolaşabilmek için Müziklerini tanıtıyorlar.5 kişilik bir grup...
Gözlerim yaşarıyor...
Neden biz kendi kültürümüzü kendi Türkülerimizi tanıtamıyoruz: Aklımdan Grup Değişim geçiyor. Temmuz Sonu Gümülcine de ERA Yunanistan ulusal Radyosunun Bölge yayını tanıtımı programında yer alarak sundukları Türküleri düşünüyorum...
Sonra aklıma Şafak okuma Tiyatrosu geliyor... Yaşadıkları zorlukları düşünüyorum.
Sonra da Batı Trakya Türk Azınlığının Gençleri olarak, Gemilerde çalışmanın ve de Almanaya da işçlik yapmanın ötesinde nerdeyse hiç gezmediğimizin farkında varıyorum.
INCA müziğinin tonları beni düşünce den düşünceye sürüklüyor.
Sami Karabıyıklı nın ERA'daki Programını düşünüyorum... Yunan çoğunluğuna bir şekilde ÖCÜ bir AZINLIK olmadığımızı anlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Bunun da kültürel etkinlikler le olabileceğini... Müziğimizle, folklorümüzle olduğunu düşünüyorum. Örneğin; neden yıllardır düzenlenen İskeçe Eski Şehir Şenlikleri'ne katılmadığımızı bir türlü analayamıyorum.!!!
Üstelik İskeçe Türk Birliği Kızla Korosu, Folklor Grubu varken, Üstelik Seçek Azınlık Kültür ve Eğitim Derneği'nin Kızlar Vokal Grubu varken üstelik yetenekli tek tük arkadaşlar da varken.. Biz neden bu tür etkinliklere katılamıyoruz: neden kendi kültürel güzellüklerimizi tanıtamıyoruz?
Hatta neden zaman zaman kendimize zorluklar çıkaryoruz?
Müzisyenlerin INCA müziği konserine ara vermesi ile düşüncelerim de dağılıyor. Ben de farklı bir sokak keşfetme hevesiyle yollara düşüyorum. Dolaşıp dolaşıp biraz önce bulduğum eski yapılarla çevrili o şirin meydanı buluyorum... Şöyle bir yer arıyorum kendime oturacak. Tüm açık mekandaki masalar dolu. Hava aydınlık. henüz akşam olmamış. Bu saatlerde de bir Cafe'ye girmek istemiyorum. Meydandaki bir banka oturuyorum. Sağımı solume çevremi gözlemliyorum...
Şirin insanlar. Sıcak insanlar. Pazar öğlen voltasına çıkmış insanlar. Bizlerden hiç farkları yok. Bir sürü de turist tabiki...
Telefonuma sarılıyorum. Ozanı yokluyorum... Bulamıyorum. Erkan'ı arıyorum Buluyorum...3 dakikalık bir sohbetle duygularımı paylaşmaya çalışıyorum. Memleketten haberler alıyorum. Güzel geçen Genç Akademisyenler Topluluğu Ketenlik Festivali, arada yaşanan ufak tatsızlıklar. Başarılı geçen bir festivalin haberleri...
Erkan'dan Sonra Sami'yi arıyorum. Sami ile iki çift laf ediyoruz. Ortamı anlatıyorum. Havayı anlatıyorum. Hani kelimeler bazen zayıf düşer ya... İşte öyle bir duygu.. Sami'ye «buralaralını mutlaka görmelisin! İlerde bir daha birlikte görelim!»diyorum.
Sonra da Yorgo'yu arıyorum. İstanbul Rumlarından, Gökçeada Göçmenlerinden. Yıllardır güzel bir dostluk kurduğumuz Yorgo'yu. Varşova'dan Polonya'dan arıyorum diyorum. İnanmıyor. İnanası pek gelmiyor. «Ne işin var oralarda hayrola?» diyor. Anlatıyorum kısaca... Ortamı güzelliği.. İnanması için de bir Suvenir getireceğimi söylüyorum. Yunanlı dostlara selamlar diyorum...
Telefonlardan sonra da sağa sola bir bakıyorum. İnsanları inceliyorum. Çevrede oluşan güzelliği... Gözlerim farklı bir antik güzelliği süzüyor. Kendimi antika binalar arasında belki de bir masal içinde hissediyorum...
Akşam düşüyor... Kendime bir restaurant buluyorum. Etlerine pek güvenemediğimden bir Tavuk ısmarlıyorum. Sarmısak Soslu bir Tavuk getiriyorlar... Enfes bir tat. Yanında da bir o kadar güzel basit salatalar.
Yemek faslı tamamlanınca hava alanın yolunu tutuyorum...
Diyeceğimi söyleyebildim mi bilmiyorum... Ama farkındayım ki istediğim gibi söyleyemedim... Aynen şiir gibi... Şiir gibi iki meydan...
Yolunuz bir gün Varşova'ya düşerse, Polonya hava yolları ile aktarmalı uçarsanız, iki uçağınız arasında 8 saatinizi olmasını diliyorum... O zaman işte mutlaka ama mutlaka Stara Miesto'yu görmeye gidin.Hava çiseliyorsa da daha da romantik bir ortamın şiirsel tadına teslim edin kendinizi. Eğer şiirin yaşandığına inanıyorsanız...