Söyleşiyi Yapan Rahmi Ali Mehmet Dükkancı, Şafak Dergisi ailesi içinde yetişmiş, kendi deyişiyle "hayatla dans eden ve hayat dansını yöneten, ya da hayat dansını yönetebilecek bir güce sahip bir insan...” Öğrencilik yıllarında söylenmiş bu sözlerin peşinden ısrarla koşan Mehmet Dükkancı, kendisine olan güveni ve topluma somut bir şeyler verebilmenin heyecanı ve düşüncesiyle yaşıtları arasında kendine ayrı bir yer ayırtmış olan bir genç. Toplumda politikadan önce sanat ve kültürün yararına inanmış bir genç olarak Şafak Dergisinin gelişmesi için elinden geldiğince çalışmış, yeni kuşağa örnek olacak bir şekilde şiir, deneme, eleştiri yazılarıyla okuyucuya ulaşmış, bu günkü Genç Akademisyenler Topluluğu'nun kurulmasında önemli bir rol oynamış, bazı sosyal ve kültürel etkinliklerin yapılmasında öncü görevlerde bulunmuş, insan hakları konusunda aktif görevler almış bir aydın... şimdi Şafak dergisi okurları için Mehmet Dükkancı yeterince bilinip tanınıyor elbet. Şiirleri, denemeleri, öykü denemeleri... Ben bütün bunların ışığında Mehmet Dükkancı'ya bazı sorular yöneltmek istiyorum. Hem kendisini, hem de düşüncelerini, hem de yarına yönelik tasarımlarını öğrenmek açısından... Soru 1- Mehmet Dükkancı, sizi biraz eskilere götüreyim önce, sonra sırasıyla bu günlere geliriz. Sizin, Şafak dergisinin 46. Sayısında yayımlamış olan "Teşekürler” başlıklı ilginç bir yazınınız var. Orada toplumda politikadan önce sanat ve kültürün daha önemli olduğuna ilişkin bir tartışmadan söz ediyor ve siz sanat ve kültürden yana oluyorsunuz. Önce bu gün de aynı düşüncede olduğunuza inandığım için şunu sormak istiyorum: Neden önce sanat ve kültür? Bunu açabilir misiniz? Genel değerlendirmenin yanı sıra, bunun önemini bir de Batı Trakya Türk Azınlığı açısından yorumlayarak? Atatürk'ün vecizesi "Sanatsız bir toplum hayat damarlarından biri kopmuş bir toplum demektir”. Son derece güzel ve derin anlamlı bir söz. Sanat'ı nasıl tanımlarsanız tanımlayın, bu söz anlam buluyor. Sanatı en basit olarak; güzelin arayışı, estetik değerlerimizin gelişmesi, kalıcı güzellikleri keşfetme çabası, ve aynı zamanda da kendini ifade etme şekli olduğunu düşünüyorum. Doğal olarak siyaset yapmaktan, siyaset konuşmaktan önce var olmak gerek. Varlığını hissettirmek gerek. Kendini ortaya koymak gerek... Sanat ta bir estetik anlayışı ile kendinizi ortaya koymaksa eğer, sanat var olmanın bir aracıdır. Ya da daha doğrusu varlığını hissettirmenin bir aracıdır. Sanat ı biraz anlam olarak geniş düşünmek gerek. Sanat sadece şiir yazmak resim yapmak demek değildir. Sanat aynı zamanda yaptığın işi kalıcı bir güzellikle yapmak demektir. Bir söz söylersin küfürdür belki... Ama öyle bir söylersin ki yıllarca zihinden çıkmaz. Hayatın bir anında güzel bir jest yaparsın, jestin kendisi değil de jesti yapma şeklin yıllarca hatıralarda kalır. Ya da düşünün ki herkes hayatında en az bir kere de olsa ilan-ı aşk etmiştir, sevdasını söylemiştir. Bazı insanlar var ki, vakti zamanında sevgilisine ilanı aşk etmiş ancak birkaç hafta sonra nasıl ettiklerini kendileri de unutmuştur. Ama bir de bazı insanlar var ki, vakti zamanında sevgilisine ilanı aşk etmiştir ama aradan bir ömür geçmiş, hatıralardan silinmemiştir. Öyle güzel söylemiştir ki, aşkını, sevdasını, evlenmişler, çocuklarına, torunlarına bile övüne övüne anlatırlar bu ilanı aşk anını ya da sevda söylemini... İşte bu farklılık, estetik anlayışının, kendi varlığımızı hissettirme çabamızın yani sanatın hayatımıza katkısı değil midir? Bunu sadece siyasetle de belki yapabilirsiniz... Ama bunu siyasetle yaparken bile yaptığınız siyasette bir varlığınızı hissettirme çabası var. Dolayısıyla siyaset yapmanın bile bir sanatı var... Eğer bunun farkında değilsek eğer o zaman yaptığımız siyaset bile kalıcı değil, kendi varlığımızı hissettirici değil. Gelelim bizim azınlık toplumumuza... Biz Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı... Hem dini hem milli bir azınlığız. 1923 Lozan Antlaşması ile Yunanistan'a bırakılmış bir azınlığız. Çok az azınlığın sahip olduğu resmi bir statüye sahibiz. Yaşadığımız topraklar Batı Trakya Bölgesi 1923 ten beri bir hayli çalkantı yaşamış. Göçle dalga dalga gidenler. Göçle dalga dalga gelenler. Türkiye ve Yunanistan iki devletin ekonomik, siyasi, kültürel devrimlerinden, değişimlerinden sürekli etkilenen bir toplum olmuşuz. Harf inkılabından tutun, giyim kuşama kadar... Bir dünya savaşı, Yunan İç savaşı, daha sonraları cuntalar... Göç dönemleri hep etkilemiş bu topraklarda yaşayan insanları... Ancak oturup bir türlü bizler bu güne kadar kendimizi adam gibi ifade edememişiz. Tarihe kalıcı yapıtlar bırakamamışız... Kendi yaşantılarımızı, kendi serüvenimizi, kendi tarihimizi bir türlü kalıcı eserlerle gelecek kuşaklara aktaramamışız. Bu işlevi haftalık gazeteler ancak yapabilmiş bir nebze. Ancak bu gün kendi geçmişimize baktığımızda biz toplum olarak varlığımızı Türk Dünyasına bile, Türkiye'ye bile pek hissettirememişiz. Bizi bilenler hep problemli bir bölge olarak bilmişler. Ama tarihi süreçte kültürel zenginliğimizi üretememişiz. Ya da ürtettiysek genç nesillere aktaramamışız. Bu gün durumlar biraz daha iç açıcı. 90'lı yıllar, sanatsal anlamda bir varoluş yılları. Kendi varlığımızı hissettirme dönemi idi. Şafak dergisi sayesinde bir çok genç yazar çizer var olduğunu hissetti, varlığını duyurdu. Bunun yanı sıra da son 30-40 yılın sanatsal birikimi su yüzüne çıkmaya başladı usulca. Sevindirici bir başka nokta da, 90'lı yılların içinde sadece, şiir, deneme, makale, eleştiri alanında değil müzikte de, resimde de, tiyatroda da gelişmeler var. Örneğin Grup Değişim, Gümülcine'nin sınırlarını çoktan aştı. Thanasis Gayfiliyas ve müzisyen arkadaşları ile birlikte Alavastro adıyla çalan Grup Değişim, Yunanistan'ın bir çok yerinde verdikleri konserlerde, Türk Halk Müziğinden de örnekler sunuyorlar. Füsün Suka, Fevzi Ali gibi resim sanatçılarımız sergilere katılıyorlar. Fevzi Ali'nin Resimleri, Batı Trakya'mızın bir köyü olan Ketenlik'te bir sergiye çıktığı gibi, Moldavya'da bir sergide Batı Trakya'mızın elçisi de olabiliyor. Şair'lerimiz yazarlarımız Türk Dünyası buluşmalarına da davet edilebiliyor. Tüm bunlar, Batı Trakya Türk Toplumunun da sanat alanında var olması demektir. Bundan dolayı da önce sanat diyorum. Soru-2 Birinci sorunuza bağlantılı olarak bir de tiyatro konusuna gelelim. Türkiyeli tiyatro eleştirmenlerinden Tahir Özçelik Şafak Dergisinin 105. sayısında yayınlanan bir yazısında, "Tiyatrosu ve operası olan bir ulus, uygarlığı yakalamış bir ulustur” diye söz ediyor. Şimdi benim de öteden beri dikkatimi çeken bir şey var. Eski uygarlık devrini ortaya çıkaran kazılarda antik tiyatroların var oluşu. Yani o sanat, o kalıcılık. Ve tiyatro... Buradan çekilerek, sizin de tiyatro'ya tiyatro sanatına yakınlığınızı bilerek şöyle bir soru yöneltmek istiyorum. Azınlığımızda "Şafak Okuma Tiyatrosu” etkinlikleri ile gündeme gelen tiyatro çalışmaları ve bu çalışmaların ardından gelen ikinci bir adım, yani "Tohum Tiyatro Topluluğu” ve oynanan o başarılı oyun, bu etkinliklerin azınlık toplumunda yarattığı, yaratabileceği olumlu işlevler neler olabilir ? On yıl önceki muhabbetlerimizde tiyatro'nun yokluğundan bahsediyorduk. Sonra Fevzi Ali ve Şafak ailesi, Şafak Okuma Tiyatrosunu başlattı. Ortalığı sarstı doğrusu. Çekememezlikler, dar kıskançlıklar, kısa görüşlülükler. Ancak Şafak Okuma Tiyatrosu çok önemli bir işlevi yerine getirdi. 25 yıl sonra azınlığımızda ilk defa tiyatro kültürünü geliştirdi. Beş yıl, beş ayrı gösteri ile. Sonra geçen yıl, Tohum Tiyatro Topluluğu ortaya çıktı. Bir adım öne geçti. Bu adım çok ama çok önemli bir adımdı. Şükran Raif ve arkadaşları, okuma tiyatrosundan sonra bize normal tiyatroyu getirdiler. 30 yıl sonra ilk kez normal klasik anlayışı ile tiyatro sergilediler. Bundan dolayı da son derece önemli bir adımdır. Diyebilirim ki Şafak Okuma Tiyatrosu' tiyatrosuz çorak toprakları 25 yıl sonra ilk kez sürerek, tohum atılmasına zemin hazırladı. Şükran Raif'te Tohum Tiyatro Topluluğu ile ilk tohumu attı. Ancak bir eksiklik daha var. Atmamız gereken bir adım daha var. Biz kendi toplumumuzun aynası olmayı bir türlü beceremedik. Bu alandaki ilk ciddi çalışmalar, Abdurrahim Subaşıların skeçleridir. Şafak Okuma Tiyatrosu için yazılmış 5-10 dakikalık skeçler. Güncel konular, "Ey ahali! Bakınız! İşte biz toplum olarak böyleyiz!” diyen, sert eleştiri dolu skeçler. Bence Batı Trakya Türk Edebiyatçıları olarak önümüzdeki önemli hedeflerden biri tiyatro yazarlığıdır. Yani Abdurrahim Subaşıların yazdığı kısa ve öz eleştirilere benzer ancak daha uzun oyunlar yazmak yeni hedefimiz olmalıdır. Bu oyunlarda da bizi bize anlatmamız gerek. Yani kendi toplumumuzun karşısına geçip toplumumuzun aynası olabilmeliyiz. Kendi ayıplarımızı da, kendi eşekliklerimizi de ortaya koyup, toplumsal özeleştiride bulunmak, yanlışlarımızı bize göstermek...Komedi ile, trajedi ile... Bu alanda benim de çalışmalarım var. Geçen yıl, askerlik sırasında, nöbetlerde yazdığım bir oyunum var. "Trende dört asker”. Oyun aslında askerlikten ziyade, azınlık gençliğinin kendi sorunlarına bir bakışı... Bir de yeni bir oyun var. Sadece adını vereceğim şimdilik. Oyunla ilgili gelişmeler olduğu için bir şey söylemek istemiyorum. Oyunun adı "Kafe-Piyasa”. Soru-3: Şafak Dergisi'ne İsmail Yusuf'la birlikte yazılmış ortak bir mektup ve birer şiirle gelişinizi bugünmüş gibi anımsıyorum. Övünmek gibi olmasın ama, Mücahit Mümin, Mustafa Tahsin, ve ben, bu iki genç hakkında oldukça umutlu konuşmuştuk kendi aramızda... Nitekim de öyle oldu, bizi yanıltmadınız, aksine umutlarımızı daha da ileriye taşıdınız. Sorumluluğu üstlenerek kendi saptamalarımı söyleyeyim. Mehmet Dükkancı kısa zamanda şiir alanında olsun, diğer çalışmalarında olsun, gözle görülür bir gelişme gösterdi. Bir çeşitlilik göstererek, olayların üstüne derinden giderek... şimdi bütün bu çalışmalarınız ortada. Bunlar hakkında sizlere bir soru sormam, kendi çalışmalarınız hakkında bir değerlendirmede bulunmanızı istemem yanlış olur. Size ileriye dönük tasarımlarınız, sanat ve edebiyat üstüne olan çalışmalarınız hakkında bazı sorular yöneltmek istiyorum.. Ne yapmak istiyorsunuz? Nerelere varmak istiyorsunuz? Her şeyden önce iç açıcı güzel sözleriniz için teşekkür ederim. İsmail Yusuf'la bundan 10 yıl kadar önce Şafak Dergisine ilk şiirlerimizi birer mektupla gönderirken, aslında edebiyat dünyamıza katıldığımızın pek farkında değildik. Bu şiirlerin bizleri nereye götüreceğinin de pek farkında değildik. Sadece şiir meraklısı iki genç olarak, kendi şiirlerimizi yayınlayıp, okuyucularla paylaşmak bir de kendi ismimizi dergide şiirlerin altında görmek istiyorduk. O kadar. Aradan bir 10 yıl geçti. Şiirle başladım. Şiir yazabildiğimin farkında değildim. Sonradan dergide yayınlandıkça, kendimi geliştirdikçe kendimi keşfettim. Devamında da eleştiriler, makaleler, denemeler, yazmaya başladım. Yeni türleri denememin sebebi, çoğu zaman, anlatmak istediklerimi şiirle anlatamayacağımı hissedip başka bir türe ihtiyaç duyduğumdandır. Böylece farklı türleri denemeye başladım. Sürekli deneyerek de kendimi aşmaya çalışıyorum. Çoğu zaman yazdıklarımla pek yetinmiyorum, memnun kalmıyorum. Daha iyisi daha kapsamlısı da yazılabilir diyorum. Geleceğe yönelik hedeflerimi soruyorsunuz. Daha önce de söylediğim gibi edebiyatımızda işlenmemiş alan çok. Alan derken hem konu, hem de türü kastediyorum. Hangi tür konusunda yoğunlaşacağımı, ben de pek bilemiyorum, belirlemek de istemiyorum henüz. Şiir alanında hala kendimi gelişme aşamasında hissediyorum... Bir kıvamı yakalamış olabilirim. Ama tam olgunlaştım mı bilemiyorum... Makale ilgi duyduğum bir alan. Bir çok konuyu, kapsamlı olarak işleyebilmek, anlatabilmek, biraz da sistematik irdeleyebilmek için, Batı Trakya edebiyatı olarak ihtiyaç duyduğumuz bir tür. Eleştiri ise acil bir ihtiyaç. Çünkü doğrusu bu güne kadar eleştiri kültürümüz bile pek gelişmiş değil. Eleştiriyi hala karalamakla eşdeğer tutuyoruz. Eleştirildiğimizde hemen gocunarak duygusal tepki veriyoruz. Eleştiren kırıcı, eleştirilen de kırılmış oluyor. Oysa eleştiri'nin amacı ne kimseyi kırmak, ne de kimseyi incitmektir. Sadece tecrübe ve birikim içinden bakarak, güzel olanla güzel olmayanı ayırt etmektir. Olgun olanla, olgunlaşmamışı ayırt etmektir. Hatayı ortaya koyup bir daha tekrar edilmemesini ortaya koymaktır. Kimse mükemmel değil, Herkes arada bir yerde. Ama daha önde olanların, arkadan gelenleri eleştirmeleri gerekmektedir ki, toplum olarak tekerleği yeniden keşfetmeyelim. Tekerleğe lastiği keşfedelim. Ya da arabayı keşfedelim. Tiyatro da ihtiyaç duyduğumuz bir alan... Diğer türlerin hiçbirinin ulaşamadığı güce sahip bir alan. Üzerinde çalışmayı istediğim bir alan. Bir de şu sıralar Gündem Gazete'sinde köşe yazarlığı var. Daha siyasi içerikli.. Gözlem... İnceleme... Ufuk açma... Eleştiri... Dış dünyadaki olayları değerlendirme... Ama köşe yazarlığı da doğrusu farklı bir tür. Bütün bu türlere ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Gücüm, fırsatım, imkanlarım ve zamanım oldukça uğraşmak istediğim alanlar. Ancak bir de bu türlerde yazarken neyi anlatmak istiyorum. Yani biraz içerikten kısaca söz etmek istiyorum. Kendimize bir ayna olmak için bizi bize anlatmak istiyorum. Ufuk açmak için, başkalarını bize anlatmak istiyorum. Bir de, kendimizi tanıtmak için başkalarına bizi anlatmak istiyorum. Soru-4 Niçin şiir? Şiir sadece bir iç dökme midir sizce? Şiir bir ifade şekli... Bir yerde bir iç dökme, duygusal bir patlama, anlatma kaygısı. İçimizde yoğurduğumuz güzellikleri, o içimizdeki duygu yoğunluğunun uygun gördüğü bir anda dışarıya çıkma yöntemi... Bir yoğunluktan bahsediyorum... Bu yoğunluk patlayarak da dışarıya çıkabilir, usulca kalbimizi okşayarak da... Bu biraz da duygu yoğunluğunun içeriğine, şartlara bağlı. Kendi şiirlerime bakıyorum. Bazen çok açık yazmışım bazen son derece şifreli.. Meraklısı oturup uğraşınca bir şeyler buluyor. Ama onları bilerek şifrelemedim. Onlar kendiliğinden öyle gelişti. Her bir şiirin kendi özel şartları, kendi özel zamanı ve mekanı vardı... Örneğin "Sükunetim” şiirim bir Boğaziçi şiiridir. O şiiri biraz daha iyi anlayabilmek için hem Boğaziçi Üniversitesini, hem de Boğaziçi Coğrafi bölgesini 90lı yıllarda az buçuk bilmek gerek... Üstelik sakin bir şiir. "Piramit Keşfine mi benzemeli aşklar?” bir isyan şiiri. Çığlık dolu bir şiir. Mekanı yok... Mekanı her yer... Zamanı da yok... İçimden fışkırmış bir şiir. Aşk şiiri mi? Ben de bilmiyorum... Belki evet belki hayır! Okuyucuya bakar... "Nehir" bir isyan şiiri, bir kendini keşfetme, direnme şiiri... "Yalnızlık” bir yapayalnızlık şiiri... Daha nasıl anlatsam ki? Şiir yeterli... "Sana Dair (Tutulduk)” ise bir aşk şiiri, bir özlem şiiri. Cep şiirleri de, cep telefonunun kısa mesaj servisine sığacak harfler arasındaki boşluklar dahil 160 karakteri geçmeyen şiirler. Şiir bir iç dökme mi bilmiyorum! Ama mutlaka, paylaşılınca güzellik kazanan, başkalarının yüreğini okşadıkça değer kazanan bir söylemdir. Soru-5 Şiirlerinizi, diğer yazılarınızı ve eleştirilerinizi düşünürsek sizce okuyucuyu ve toplumu nasıl etkiliyorlar? Yazdıklarım toplumu nasıl etkiliyor bilemiyorum. Aslında bunu başka birisinin gözlemlemesi daha objektif olur. Sadece bildiğim ve hissettiğim bir şey var. Çok ciddi anlamda bir şeyleri değiştirmiyorlar bence. 40 yıl aynı kalıpta yaşamış insanı bir gün içinde değiştirmek mümkün değil. Ancak zaman zaman yazdıklarıma benzer düşüncelerin aradan bir süre sonra başkaları tarafından da konuşulması beni sevindiriyor. Benim yazdıklarımı mı okumuşlar, benimsemişler bilemiyorum. Ama en azından benzer fikirlerin başkaları tarafından savunulmasını görmek herhangi bir yazar için sevindiricidir. Soru 6- Biraz da eski kuşakla yeni kuşağa gelelim. İnsanlık tarihi boyunca yaşlılarla gençler arasında bir kuşak çatışmasının varlığı bilinen bir gerçek. Gençler yaşlıları kendilerini anlamamakla, ya da tutuculukla, yaşlılar da gençleri sorumsuzlukla suçlarlar daha çok. Gerçi Nasrettin Hoca kabahatin daha çok öküzde olduğunu ima etmiştir, ama esasında mesele pek de öyle değilmiş gibi geliyor. Örneğin biz bir "parabank” lafını bilmezdik. 20 yaşlarımızda okul müdürlüklerini üstlenip, bu görevi yeterince yerine getirirdik. Bu günkü gençlere bakıyorum, sanki büyük bir sorumsuzluk içindeymişler gibime geliyor. Toplumsal sorunlarla ilgilenen pek az genç var. Belki saptamalarım yanlış olabilir. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Çünkü sizin de bu konuda yazılarınızla gençleri, yani kendi kuşağınızı eleştirdiğiniz oluyor. Eğer böyle bir şey varsa gençliğin bu vurdumduymazlığı nereden ve niçin kaynaklanıyor. Yoksa içinde bulunduğunuz koşullar mı yaratıyor bu durumu? Yani tüketim toplumu olmak, televolecilik,hazıra konmak vb. gibi durumlardan dolayı mı böyle bir gençlik var karşımızda. Çok güzel ima etmiş Nasrettin Hoca, kabahat "öküz!” olanda. Sorun aslında kimin öküz olduğudur! İki taraf ta öküz olabilir! Taraflardan sadece biri de öküz olabilir! Tabi bir de öküzlük mertebesi de önemlidir! Kuşaklar çatışması derken neyi anlıyoruz? Ben kendi adıma şunu anlıyorum. İki ayrı kuşak var. Konu gençlikse, iki ayrı dönemde gençliğini yaşayan ya da yaşamış insanlar var demektir. Biri bu gün yaşıyor. Diğeri dün yaşamış. Dünle bugün arasında neler değişmiş? Çok şey değişmiş. Her şeyden önce bütün geniş anlamıyla dönem değişmiş. Yani siyasi, ekonomik, toplumsal dönem değişmiş. Teknoloji değişmiş. Ekonomik ortam, yapı, alım gücü değişmiş. Buna bağlı olarak da kültür değişmiş. Kısaca diyebiliriz ki bütün bu saydıklarımla bağlantılı olarak "değer yargılarımız” değişmiş. Her kuşak kendi değer yargılarının dışına çıkınca, kendisini, sudan çıkmış balığa döndüğünü hissediyor. Sorun da zaten burada başlıyor. Çok kısa bir örnek kendi ailemden. Bu yaz ihtiyaç duyduk, annem ve babama ortak bir cep telefonu aldık. Annem de babam da herkes gibi ortalama düzeyde zeki insanlar. Ama aldığımız en basit cep telefonunun özelliklerinin sadece % 10'unu kullanabiliyorlar. Peki sorun nedir ? Cep telefonu kendi değer yargılarında olmayan bir araçtır.Yepyeni bir araç. Babam 40 yaşında eve 1 telefon bağlayabildi... Hepimiz tarafından bilinen ekonomik, ve siyasi sebeplerden. 40 yıl evde sabit telefonsuz yaşamış bir insan düşünün. Bu gün evde 2 sabit telefon, 3 de cep telefonu var. 40 yıl hayatının kalıbında sabit telefonu olmayan bir insanın ansızın sıçrayarak, bin bir dijital özelliği olan bir sabit telefonu kullanmakta zorluk çekmesi normaldir. Tabi değişen kavramlardan biri de, gençlerin kendilerini ispat etme şekilleridir. Kısa ve ilginç bir örnek vereyim. Birkaç yıl önce Amerika'da yapılmış bir araştırmanın sonuçlarını okumuştum. 70'lı yıllarda gençler kendilerini ispatlamak için, sigara'yı bir büyümüş olma, kendini ispatlama aracı olarak görüyorlarmış. 80'li yıllarda ise sigara içmek bir değer yargısı olmaktan çıkmış ve kredi kartı, debit kartı sahibi olmak, kendini ispatlamanın bir aracı olmuş. 90'lı yılların sonunda da cep telefonu sahibi olmak bir kendini kanıtlama aracı olmuş. Siz 20 yaşında okul müdürlüğü gibi görevlere soyundunuz. O dönemin bir gerçeği idi. Siz acil bir ihtiyacı kapattınız. Oysa bu güne bir bakın. Benzeri acil ihtiyaçlar yok. Olsa da yine birileri bu işlevi yapacak. Günümüz gençliğinin değer yargıları da farklı... Ekonomik rahatlık var. Maddi rahatlık var. Hatta bazen çelişkili durumlarla karşılaşacak derecede rahatlık var. Örneğin aile evinde sabit telefon yok, oysa aile fertlerinde iki cep telefonu var. Gelişen teknoloji, gelişen şartlar, ekonomik rahatlık, değerler yargılarının da değişimine sebep oluyor. Dolayısıyla bu anlamda çatışma varsa bu kişilerin değil dönemin getirdiği bir çatışma... Bahsettiğiniz, benim de katıldığım vurdumduymaz gençlik yine bu yeni koşulların yarattığı gençliktir. Şöyle bir düşünün: 40 yıl önce üstümüzde giyecek var mıydı? 30 yıl önce TV var mıydı? 20 yıl önce Cafe'ler var mıydı? 10 yıl önce cep telefonu var mıydı? Bu maddi değişimler gençliğin yaşayışını da değiştirdi. "Pederbank” kavramı işte bundan ortaya çıktı. Üniversite eğitimi en erken 22 ortalama 24'te bitiyor. 24 yaşına kadar üniversite öğrencisi olan biri ister istemez "pederbank” gibi bir kavramla karşılaşıyor. Bunun bir sonucudur bence bu edilgenlik. Eskiden imkanlar olmadığı için, sosyalleşmek için bir etkinlik düzenlemek gerekirdi. Artık şimdi etkinlik düzenlemeden de daha az bir çaba ile insan sosyalleşebiliyor. Kızlı erkekli gençler kafeteryalarda buluşup, sohbet edebiliyor, dostluklarını geliştirebiliyor. Ancak bunların yanı sıra, gençlik temelde benliğini koruyor diye düşünüyorum. 10 yıl Heavy Metal dinleyen gençler Barış Manço'nun "Dağlar dağları” ile coşuyor. "Yüksek Yüksek Tepeler'i” ile duygulanıyor. Haluk Levent türkülerimizi, rock yorumuyla söylüyor. Ve gençler türkü öğreniyorlar. Yakın bir döneme kadar türkü dinlemeyen bir insan olarak bu gün "Çemberimde gül oya” türküsü beni bile etkiliyor. Sorun ne peki? Sorun bu değişen değer yargılarında biz kendi kimliğimizi belirleyen değer yargılarımızı yitirmekten korkuyoruz. Panikliyoruz. Bir şeyler yapma ihtiyacını hissediyoruz. Bu durum karşısında belki en doğrusu da, var olan değer yargılarımızı çağdaşlaştırmaya çalışmak, yeni değer yargılarını bu temelin üstüne eklemek. Ancak dışardan aldığımızı kendi bünyemize kopyalayarak değil. Kendi bünyemizin red etmeyeceği şekilde sindirerek. Haluk Levent mesela türküleri değiştirmeden, sadece müziği bugünün gençlerinin sevdiği sesle, müzikle yorumluyor. Aynı şekilde, bizde Grup Değişim, Grup Gezgin, Şafak Okuma Tiyatrosu Tohum Tiyatro Topluluğu, var olan değer yargılarımızı geliştiriyor. Bundan dolayı da korkmamak, tam tersine bu tür etkinlikleri destekleyip çoğalmasını sağlamak gerek. Soru 7- Biraz da teknolojiye gelelim. Teknoloji insanın hayatına birçok kolaylıklar sağladığını bildiğim, bu açık gerçeği gördüğüm halde benim teknoloji ile aram pek iyi sayılmaz. Öğrencilerimin pek çoğu cep telefonu sahibi oldukları halde, ben evdeki telefonun zili çaldığı vakit eni konu terlerim. Telefonla konuşmayı hiç mi hiç sevmem. Bilgisayarın karşısına hep içimde bir korku ile geçerim. Şu "Internete, şu e-maillere” hiç mi hiç ilgi duymam. Ama merak ettiğim bir şey var. Bu iletişim kolaylığı insanlar arasındaki yüz yüze gelinerek sağlanan yakınlaşmanın içtenliğin yerini alıyor mu? Yoksa bir yerde insanları tembelleştirip birbirinden uzaklaştırıyor mu? Siz bunun içinde olan bir insan olarak ne düşünüyorsunuz? Teknoloji ile aranızın iyi olmamasını yadırgamıyorum. Çünkü az önce de belirttiğim gibi sizler bu güne kadar bilgisayarların, cep telefonların hayatımıza henüz girmediği bir zaman dilimde yaşadınız bu güne kadar. Bunların tümü, farklı bir yaşam biçimi içinde yetişmiş olan sizler için yabancı geliyor. Bunun farkındayım. Ancak genç nesil, internet'le, e-mail'le, web sayfası ile yetişiyor. Hatta bir Yunanlı köşe yazarı birkaç ay önceki bir köşe yazısında, 21. yüzyılda e-mail ve internet kullanmayı bilmemek okur yazar olmamakla eşdeğer sayacak kadar ileri gitmiş ve Başbakan'dan çağdaş okur yazarlık seviyesinin artırılması için eğitimde teknolojik yatırımlar yapmasını istemişti. Bu bahsettiğimiz teknolojik yenilikler aslında yeni iletişim türleri yaratıyor. Yeni iletişim şekilleri yaratıyor. Yeni iletişim kanalları açıyor. Ancak yüz yüze gelerek kurulan iletişimin yerine asla geçemiyor. O başka bu başka... Bu gün iki sevgili düşünün. Biri İstanbul'da okuyor, biri Atina'da okuyor. İkisi de cep telefonu ile birbirine günde en az 10 mesaj göndererek iletişim kurabiliyor. Ya da daha uzun konuları paylaşmak istediklerinde oturup birbirilerine e-mail yazabiliyorlar. Ancak bu iletişim şekilleri iki sevgilinin bir araya gelerek, birbirine sarılması, ve bu sarılma ile yaşanan iletişimin yerine asla geçmiyor. Geçemez de... Ancak birbirileri ile uzakta olan insanların daha kolay daha pratik iletişim kurmalarını sağlıyor. Ancak aynı şehirde oturan iki insanın bir e-mail'le haberleşmeleri bana saçma geliyor çoğu zaman. Ama eminim ki bu da geleneksel iletişimi tamamlayıcı bir nitelik taşıyor. Soru-8 Bir de şu televizyon. Onun da yaralarını yadsıyacak değiliz. Ama insan yaşamında en önemli kavram olan zamanı boşa harcatması, insanların etkin olma durumundan soyutlayıp edilgin hale getirme huyu.? Bu durumun insanlar arasında yarattığı olumsuzluklar da meydanda. Bu konularda ne düşünüyorsunuz?. Sadece televizyon da değil aslında. Bütün yeni teknolojiler gelişirken aslında her zaman insanlığın faydası amacına yönelik olarak gelişmiyor. Bilgisayarlar ikinci dünya savaşında İngiliz füzelerinin yönlendirilmesi maksadı ile geliştirildi... Internet Amerikan askeri savunma sistemlerinin birleştirilmesi ile ortaya çıktı... Bu günkü grafik ortamlara doğru gelişen bilgisayar teknolojisi, bilgisayar oyunlarının daha gerçekçi olabilmesi için geliştirildi. Aslında teknolji'ler öyle ya da böyle çeşitli amaçlar içinde olsa geliştiriliyorlar. Teknolojinin kölesi olmak da, efendisi olmak da mümkün. O biraz bizim elimize bağlı. Eğer biz cep telefonlarına, ınternete, televizyonlara, bilgisayar oyunlarına kendimizi kaptırarak yaşıyorsak, teknoloji bizi kendine köle etmiş demektir. Ancak teknoloji'yi ihtiyaçlarımızı gidermek için kullanabiliyorsak, kendi isteklerimizi gerçekleştirebilmek için kullanıyorsak eğer o zaman teknolojinin efendisi oluyoruz. Kısaca diyebilirim ki, edilgen olmak, ya da etken olmak çoğu zaman bizim elimizde... Soru 9- Sizin bir de İnsan Hakları konusuyla, Helsinki Watch kuruluşuna üye olmanız dolayısıyla, doğrudan bir bağlantınız var. Sözü bu kez çok karmaşık olan insan hakları konusuna getirmek istiyorum. Konunun uluslararası boyutuna uzanmadan, burada bizimle ilgili, azınlığın öteden beri yönetim tarafından kısıtlanan ihlal edilen insan haklarına getirmek istiyorum. 1923 yıllarından beri bu konularda çoğu kez uygulanan baskıları sineye çekmek zorunda kalmışız. Sorunlarımız çoğu zaman görülmemiş, görülmemesi doğrultusunda çalışılmış. Peki bu gün ne değişti. Sizin çalışmalarınız sizce ne derece etkili? İnsan Hakları gözlemciliğinin ne derece yaptırım gücü var? İlk önce bir düzeltme ile başlayayım. Helsinki Watch hatıralarda kalmış iki kelimelik bir isimdir. Ancak aynı kuruluşun bu günkü adı, Uluslararası Helsinki Gözlemciliği. Yunanistan'da çalışan Ulusal gözlemciliğin adı da, Helsinki Yunanistan Gözlemciliği'dir. Benim üye olduğum kuruluşlar da, Helsinki Yunanistan Gözlemciliği (Greek Helsinki Monitor) ile Azınlık Hakları Yunanistan Grubu'dur (Minority Rights Group-Greece). Bizim yaptığımız iş gözlemciliktir. Yani insan hakları ihlalleri kavramına giren her türlü haksızlığı kaydedip, yıllık raporlara kaydediyoruz. Bazı özel durumlarda da yıllık raporları beklemeden, Yunanistan'da yaşanan İnsan Hakları ve azınlık hakları ihlallerini Yunan kamuoyuna, uluslararası kamu oyuna bildiriyoruz. Zaman zaman da Azınlık ve İnsan hakları ile ilgili özel konferanslarda bu ihlalleri gündeme getiriyoruz. Faydası nedir? Ya da yaptırım gücü nedir? Biz gözlemci kurulu olarak hiç kimseye bunu böyle yapın diyemiyoruz. Bu işin yaptırımı utanma duygusuna bağlı. Devletlerin, ya da devlet bürokrasilerinin, ya da diplomasinin anlamıyla utanma... Hiçbir diplomat kendi devletinin ayıbının ortaya çıkmasını istemez. Çıktığı zaman da kendisini, devletini savunur. Ancak akıllı diplomatlar, bu tür ayıplar çıktığı zaman da ülke içinde ilgili bakanlığı, ilgili kurumu haberdar ederek bir daha benzeri bir ayıbın yapılmaması için çaba sarf edilmesini isterler. Direkt bir yaptırım değil bizimkisi ama mekanizma böyle çalışıyor. Devletler utanır mı diyeceksiniz? Temelde yine çıkarlar var doğrusu. Ama bu çıkarlar, avantajlar bozulacaksa devletler utanıyor. Bu gün azınlığımıza bakalım. Son 40 yıldır birikmiş azınlık sorunlarımızın tümü çözülmüş değil. Bir kısmında iyileşme var. Gelişme var. Uzun uzun burada anlatmak istemiyorum. Ancak çözüm bekleyen sorunlar da var. Yunanistan çağdaş, insan haklarına saygılı, Avrupa Birliği üyesi, batılı, gelişmiş bir devlet olarak bilinmek istiyorsa, hem insan hakları hem de azınlık haklarının ihlal edilmediği bir devlet olmak zorundadır. İşte bundan dolayıdır ki, bu olumlu düşünce içinde Yunanistan bir dizi sorunlarımızın çözümü için çaba sarf etmektedir. Ancak bu konularda değişimi yönlendirmek de azınlık insanına, azınlık aydınlarına ve azınlığını liderlerine düşmektedir. Eğer bu değişimde kendi yönümüzü katmak istiyorsak, toplumsal sorumluluğumuzun bilinci içinde davranmak ve hareket etmek gerekmektedir. Bir karışıklık olmaması için de hemen belirtmek istiyorum ki, bu yukarıda belirttiklerim kendi kişisel görüşlerim. Kurum adına değil kendi adıma söylediğim görüşlerdir. Soru -10 Bir de sosyal ve kültürel etkinlikler var gerçekleştirilen. Bu etkinliklerin çoğuna ne yazık gidemedim. Gazetelerde bu konuda bazı şeyler yazılıyor haber nitelikli, neler yapıldığını okuyoruz. Benim sizden öğrenmek istediğim şu: Bu sosyal etkinlikler, örneğin gençlik festivalleri, güreş panayırları, bazı folklor gösterileri, defileler... Bunların yeterliliği veya yetersizliği Bunlar azınlık toplum yapısına neler kazandırıyor, sosyal ve kültürel bağlamda? Bu konulara bazı şeyler söylemek ister misiniz? Kuşaklar arası çatışmadan bahsederken de söylemiştim. Kendi kültürümüzü, kendi geleneklerimizi geliştirmek için, çağdaşlaştırmak için, hatta yeni değer yargılarını katmak için bu tür sosyal etkinliklere ihtiyacımız var. Eskiden beri köylerde bayramlar vesilesi ile eğlenceler olurdu. Daha sonra öylesine partiler, eğlenceler düzenlenmeye başlandı. Bütün bu eğlencelerdeki amaç göbek atmak, eğlenmek değil, gençlerin bir araya gelip buluşmasıdır. Yani bu da en basitinden bir tür sosyal faaliyettir. 1995 yılında Genç Akademisyenler Topluluğu olarak ilk defa bir gençlik festivali düzenleyelim dedik. Amaç basit bir eğlencenin ötesinde folklor ve müzikle bir şeyler yapmaktı. Yani elde var olan kültürel etkinliklerimizi sergileyebilmekti. Gençlik Festivali İskeçe'nin balkan köylerinde başladı, ve Ketenlik Gençliği olarak tuttu. Benimsendi. Bu yıl 6.sı yapıldı, ilk kez de iki geceye yayıldı. Ketenlikte yapılan etkinliklere, şiir sunuşları, geleneksel kıyafet defileleri, tiyatro, resim sergisi bile katıldı. Ketenlik Gençlik Festivali'nin gelişerek devam edeceğini umuyorum. Güreş Panayırlarından Alantepe'ye gitme fırsatım olmadı ama, Seçek bölgesine gidip 3 yıl boyunca yakından gözlemleme fırsatı buldum. Seçek Azınlık Kültür Eğitim Derneği tarafından düzenlenen bu 600 yıllık geleneğin bu gün çağdaşlaşarak geliştiğini görmek çok güzel. Örneğin Seçek Yayla Şenliklerine eskiden Pazar günleri yaylada sadece erkekler katılırken son 3 yıldır kadınlar da katılıyor. Eskiden sadece yağlı güreşler yapılırken artık, türküsü, folkloru ile bir kültürel organizasyon haline dönüşmeye başladı. Son 5 yıl içinde yapılan tüm bu çalışmalar son derece güzel. Son derece önemli etkinlikler. Bu tür sosyal etkinliklere özlemiş bir toplumuz. Son yıl Ketenlik Gençlik Festivalinde, Şükran Raif'in, yönettiği Tohum Tiyatro topluluğuna gençlerin ve çocukların gösterdiği ilgiyi görmeliydiniz... Ancak bütün bunlar yeterli mi? Bence hayır yeterli değil! Bir festival, bir etkinlik düzenlemenin iki ana boyutu var. Birincisi düzenlemenin ta kendisi, ikinci boyutu da içerik... Her iki boyutta da gelişmeye ihtiyacımız var. Her iki boyutta da ileriye doğru adım atmaya ihtiyacımız var. Eksikliklerimiz, yanlışlıklarımız var. Onları düzeltmeye, geliştirmeye ihtiyacımız var. Yararı nedir diye sorarsanız, toplumsal anlamda, daha önce de söylediğim gibi, değer yargılarımızın, geleneklerimizin gelişmesine, yeni nesillere aktarılmasında büyük bir payı var. Sanatçılarımızın, seyirciyle buluşmasında büyük bir katkıları var. Birde kişisel olarak bu tür organizasyonlarla uğraşanların kazandıkları engin bir tecrübe, engin bir birikim söz konusu. Soru - 11 Yanılmıyorsam öğrencilik yıllarınızda, azınlıkta "ekonomi konusunun” ortaya atıldığı ilk panelin düzenleyicileri arasında yer aldınız birkaç yıl önce.... Bir de bu dalla ilgili fakülte bitirdiniz. Onun için bu konuda size, azınlığımızın ekonomik durumu ile ilgili bazı kısa sorular yönlendirmek istiyorum. Azınlığın genel ekonomik durumu nedir? Karşılaştığı zorluklar, bu zorlukların kaynakları, esnaflık, işletmecilik, tütün üreticiliği, bu olumsuzlukların azınlık toplumunun sosyal ve kültürel yaşamında yarattığı olumsuzluklar hakkında kısa bir görüş istesem sizden? Ekonomi maalesef Batı Trakya Türk azınlığının üzerinde en az kafa yorduğu en önemli konularımızdan biridir. Sorduğunuz soru o kadar geniş bir soru ki, aslında her bir konu üzerinde makaleler, incelemeler bile yapılabilir. Batı Trakya insanı kırsal kesim insanıdır. Çiftçidir! İşçidir. Büyük baş küçük baş hayvan bakar, Tütünle, pamukla, mısırla uğraşır. Ekonomi de öyle bir alandır ki, belki de sorunların en hareketli olduğu alandır. Siyaseti de, eğitimi de, kültürü, de etkileyen alanlardan biridir. Dolayısıyla çok kısa bir yorum yapmak mümkün değildir. Ancak kısa bir gözlem şöyle olur herhalde... 1990 lı yıllara kadar azınlığımız ciddi ekonomik kısıtlamalara tabii idi. Ancak 1990'lı yılların başından itibaren ekonomik alanda bir dizi baskılar hafifletilmiş, yada tamamen ortadan kalkmıştır. İmkanı olanlar gelişmeye başlamıştır. Ancak toplum içinde çok büyük bir beyin göçü yaşanmış olduğundan da büyük tüccarlarımız, yatırımcılarımız henüz yoktur. Ancak bu gün ekonomik koşullar değişmiş olduğundan dolayı, bundan 20 yıl önce Türkiye'ye göç edenler arasında dönmek isteyenlerin sayısı bir hayli çoğalmıştır. Soru - 12 Bir de Türkiye'den üniversiteden mezun olup Batı Trakya'ya dönmüş olan bir hayli genç var. Bu grubun içinde siz de varsınız. Biraz da bu konuya değinelim. Bu gençlerin karşılaştıkları, karşılaşacakları sorunlar, meslekleri dışında çalışma zorunda kalmaları, işsizlik, aile ile uyum uyumsuzluk, arkadaşları arasındaki ilişkiler, biraz da elit bir tabaka olmanın getirdiği yalnızlık vb. sorunlar. Avantajlar dezavantajlar. Gerçi bu konuları zaman zaman bazı yazılarınızda deşiyorsunuz ama, bir de burada şöyle toplu bir halde dinleyelim bu değerlendirmelerinizi. Nerden başlasam, hangi birini anlatsam ki? Genelde göç bizim en ciddi sorunlarımızdan biri olmuştur. Ama göç deyince hep siyasi göç aklımıza gelir. Oysa bir de eğitim göçü vardır. Türkiye'de üniversite eğitimi alanların büyük bir kısmı, geriye göç edince, yani memlekete dönünce, bir dizi özel sorunlarla karşılaşmaktadır. Bir kısmı mevzuat sorunu, yani diplomalarının DİKAÇA tarafından tanınması, çalışma izni alabilmeleri, Yunanistan mevzuatı içinde çalışmaya başlayabilmeleri gibi sorunlar. Bir de sosyal sorunlar var. Aile içi ilişkiler, dostlarla ilişkiler, sevgili ilişkileri, toplumla ilişkiler. Kosmopolit büyük kentte en güzel 5-6 yılını yaşadıktan sonra geri dönünce doğal olarak çok farklı bir kültüre sahip dönüyorsunuz. Döndüğünüzde bu küçük şehir toplumlarına uyum sağlamakta güçlük çekiyorsunuz. Aşılmayacak sorunlar değil aslında. Ama niyet gerekiyor, istek gerekiyor, çaba gerekiyor. Kararlılık gerekiyor. Kolay yılmamak gerekiyor. Tüm bunlara ek olarak da bu tür sorunlarla karşılaşacağımızın bilincinde olmak gerekiyor. Ancak bunları yazarken, amacım "geri dönmeyin!” demek değildir asla. Tam dersine "size de ihtiyacımız var!” geri dönün diyorum. Ancak bilin ki size geri dönün diyorum ama bir hayli ilginç sorunu da yaşamaya hazır dönün diyorum. Soru - 13 Yaşlıların huyudur akıl vermeyi çok severler. Zaman zaman yaptığımız şeyler. Ama insan doğru bildiği bir şeyi başkalarına salık vermesi herhalde kötü bir şey değil. Biz yeri geldikçe gençler şöyle yaparlarsa, şöyle ederlerse deriz çoğu kez. Sen genç bir yazar ve aktif bir genç olarak yazı yazmaya meraklı arkadaşlara neler demek istersin? Daha genç nesillere fikir verebilecek kadar olgunlaştık mı bilmiyorum! Ancak şunu söyleyebilirim. Her şeyden önce yazmaya meraklı olduğunun farkına vardıklarında mutlaka yazmaktan kopmasınlar, mektup yazsınlar, denemeler yazsınlar, günce yazsınlar. Kendi düşünce hızları ile yazma hızlarını denetleyebilir olsunlar. İkincisi mutlaka okusunlar. Ufuklarını geliştirsinler. Her şeyden önce ilgi duydukları konularda okusunlar, araştırsınlar, öğrensinler. Nerede yaşarlarsa yaşasınlar, şehirlerini ve bölgelerinin imkanları doğrultusunda, sanatın diğer dalları ile de ilgilensinler. Sinema, tiyatro, izlesinler, imkanları varsa plastik sanatlarla haşır neşir olsunlar. Müzik dinlesinler, müzik kültürlerini geliştirsinler. Panellere katılsınlar, sosyal aktivitelere katılsınlar. Arkadaşlarına gururla anlatacakları bir sosyal etkinliğe katılımcı değil de düzenleyici olarak da katılsınlar. Kendilerini keşfetmeye çabalasınlar. Bir de mutlaka toplumsal sorunlarla ilgilensinler. Yaşadığımız toplumu anlamaya çalışsınlar. Gözlemlerini yazsınlar. bir şeyler yazarken de çok uzağa gitmeden, kendi yaşantılarını kendi çevrelerini anlatsınlar. Bu daha değerlidir. Bu daha önemlidir. Evrensel konularda dünyanın dört bir yanında yazan insanlar var. Ancak Batı Trakya Türk Toplumunu anlatan yazarların sayısı elle sayılır. Ola ki bu süreç içinde anneleri, babaları kendileri ile dalga geçerlerse, "şiir yazmak, sanatla uğraşmak kafir işidir!” gibi saçma bir iddia ile aile içinden muhalefetle karşılaşırlarsa üzülmesinler., ailelerini anlayışla karşılasınlar. Ne de olsa anne babalarımızın büro önceki kuşağın çileli insanlarıdır. Onlara anlayabilecekleri dille anlatmakla yetinsinler. Son olarak diyebilirim ki, bizden sonraki gelen kuşaklarda çok daha yetişkin edebiyatçıların, sanatçıların yetiştiğine inanıyorum. |
|